Sayfa 15/45 İlkİlk ... 5131415161725 ... SonSon
529 sonuçtan 169 ile 180 arası

Konu: Aklına ne gelirse...

  1. #169
    Üyelik tarihi
    Apr 2008
    Yer
    istanbul
    Yaş
    44
    Mesajlar
    7.391
    Teşekkür Teşekkür 
    8.177
    Teşekkür Toplam Teşekkür 
    14.670
    Toplam Teşekkür
    5.355 Yazısı Teşekkür aldı

    Standart

    Soru: adem as dan önce yeryüzünde yaşayan canlılar sadece melek, cin, hayvanlardan mı ibaretti? ALLAH CC insanı yaratırken melekler insanın imine dahi karşı çıkmışlardı ki ilk defa duyulan bir isim insan adem as?

    Cevap: İçinde yaşadığımız ilahi muhtemelen beşinci devrin ya da günün (çünkü inancıma göre altıncı gün topyekün canlı helakinden sonraki dünya zamanıdır) başlangıcından bu yana var olan yaratıkların tamamı vardı. Sadece bugün adına insan denen yaratık da, belki en ileri ve insan olmaya en yakın bir noktada, ama yine de diğer canlılar gibi içgüdüleriyle ve seçimsiz bir hayat yaşamakta olan iki ayaklı bir yaratıktı. Dağlara taşlara ve her şeye yapılan ilahi sorumluluk teklifini sadece bu iki ayaklı yaratık kabul etti, kendisini sorumlu ve seçimli bir hayata sıçratan üflenilen ilahi ruhla birlikte, bugünkü insan şekline girmiştir. Maymundan ayrı bir türdür, ama ondan daha fazla idrakli değildir. Ama üflenen ilahi ruh ona üflenmiş, seçimsiz ve sorumsuz hayattan seçimli ve sorumlu bir hayata sıçrama yaptırılmıştır yaratıcı kudret tarafından. İşte bu geçiz zamanının en önde gelen kişisi, imamı, önderi, üflenen ruhtan en büyük payı alan kimse Adem adını almış ve bundan sonra da insanlık alemi ilk liderinin ismine bağlı olarak Ademoğlu sıfatını kazanmıştır.

    Meleklerin karşı çıkmaları sembolik sahnelerdir. Yoksa melekler kendi başlarına hareket etmezler ve Rablerine itiraz etmek hakları yoktur. Çünkü bu hak ancak kendisine ilahi ruh üflenerek diğer yaratıkların çok üzerindeki bir noktaya sıçratılan insana verilmiş sadece. Yüce Rabbimiz bize bazı durumları anlatmak için, tamamen kendi emrine tabi, kendine ait bir kişiliği olmayan meleklerle ifade buyurmuştur bir çok halleri. Beşer insan olmaya doğru evirilirken, Allah ile melekler arasında geçen diyalog, aslında yaratıcının monoluğudur. Kendi monoluğunu meleklerle diyalog şeklinde dışa vurmuştur, mesela, “Ben şimdi insanı yaratmaktayım, yaratılma bittiği zaman ona secde edin” şeklindeki ifadeleri ile.
    Selamlar ve sevgiler. İ.K.29/7/2005
    Konu para olduğunda herkesin dini aynıdır.

    Voltaire

  2. #170
    Üyelik tarihi
    Apr 2008
    Yer
    istanbul
    Yaş
    44
    Mesajlar
    7.391
    Teşekkür Teşekkür 
    8.177
    Teşekkür Toplam Teşekkür 
    14.670
    Toplam Teşekkür
    5.355 Yazısı Teşekkür aldı

    Standart

    Geldik zurnanın zırt dediği yerlere

    Soru: Hz. Adem'in yaratılışı hakkında Kuran ne demektedir. Şayet, hepimiz Adem ve Havva’dan üremişsek, o zaman insanların çoğalmasında enses ilişki var demektir. Nitekim de öyle inanılmakta ve kardeşler arasında evlilikler eskiye dayandırılmakta ve enses ilişkiler meşrulaştırılmaktadır. Biz, yüce yaratıcının böyle ters bir işe izin vereceğini sanmıyoruz. Ama, bilinen gerçekler de ortada. Siz Kur'an'dan delil getirerek bizi aydınlatır mısınız. İçimizdeki şüpheyi giderir misiniz. Bunu yaparsanız hem bize, hem de bütün bir insanlığa büyük hizmet vermiş olursunuz. Saygılar.

    Cevap: İnsanın yaratılışıyla ilgili sayısız ayetlerden bazılarını kendi mealimizden aşağıya aldık. Şimdi, bu ayetleri bir bütünlük içinde incelemeye çalışalım ve yaratılışın nasıl başladığını ve tamamlandığını anlamaya çalışalım:

    "İnsan, diğer yaratıklardan ayrılıp anılır ve bahse değer hale gelinciye kadar uzun bir müddet geçirdi. Doğrusu o ki, Biz insanı çeşitli aşamalardan geçirerek oluşturduğumuz nutfeden yarattık Ve sınamak için ona göz ve kulak verdik. Sonra ona doğru olan yolu gösterdik. Artık isterse bütün bunlara şükretsin, isterse de küfretsin." (İnsan:1-3)

    "Ey insanlar! Sizi aynı cevherlerin özünden erkekler ve kadınlar olarak çift çift yaratan, o çiftler aracılığı ile yaratmasını sürdüren Rabbinizden korkun! Adına birbirinizden dileklerde bulunduğunuz Allah’tan ve akrabalık bağlarını koparmaktan sakının. Çünkü Allah sizi gözlemektedir."(Nisa:1)

    "Ey İnsanlar! Eğer ölümden sonra tekrar dirileceğinizden şüphe ediyorsanız, bilin ki, Biz sizi önce topraktan, sonra da bir zaman dilimi içinde çeşitli evrelerden geçirip pıhtılaştırdığımız sudan, sonra da varlığı belli belirsiz bir küçük et parçacığından yarattık ki, bunu bilip kudretimizi anlayasınız. Sizi dilediğimiz süre rahimlerde tutuyor, sonra doğmanızı sağlıyoruz. Daha sonra gelişip büyürsünüz. Bununla birlikte kiminiz büyümeden ölür, kiminiz de bildiklerini unutacak kadar uzun yaşar ve öyle ölür. Yeryüzünü kupkuru bir çöl gibi gördükten sonra, oraya su indirdiğimizde titreşip kabardığına ve içinden çıkardığı çifter çifter çok güzel bitkilerle o kurumuş yeryüzünü örttüğüne şahit olursunuz.(Hacc:5)

    "Sonra da onu nutfe halinde daha sonraki evrelere ulaşacağı konuma yerleştirdik.Orada nutfeyi alâka (balçığa) çevirdik. O balçık halinden de bir çiğnemlik ete dönüştürdük. O çiğnemlik etten de kemikler ürettik. O kemiklerin üzerini etle örttük. Sonra daha başka aşamalardan geçirerek, son merhale olarak gördüğünüz insanı meydana getirdik. Allah yaratıcıların en güzeli ve en yücesidir.(Mü'minun:12-14)

    "O her şeyi hiç eksiksiz bir yapıda yarattı. İnsanı ilk olarak çamurdan var etti.Sonra da onun neslini basit bir suyu aracı kılarak çoğalttı. Sonra onu şekillendirdi, ve daha sonra da ona ruhundan üfledi ve sizi, işiten, gören ve düşünen varlıklar haline getirdi. Ne kadar da az şükrediyorsunuz öyle." (Secde:7-9)

    "Sizi aslî cevheri toprak olan pıhtılaşmış sudan yaratan ve sonra da çiftler haline getiren Allah'tır. Bir dişinin hamile kalması da, doğurması da O'nun değişmez kanunlarındandır. Bir canlının ömrünün uzatılması da, kısaltılması da O'nun yaratılış kanunlarına bağlıdır. Elbette bütün bu kanunları koymak, O Allah için çok çok kolay işlerdendir.(Fatır:11)

    "O Allah, aslınızı topraktan, daha sonra da çeşitli evrelerden geçirerek pıhtılaştırdığı sudan yaratıyor ve bir bebek olarak dünyaya çıkarıyor. Sonra da zamanla birlikte her açıdan güçlendiriyor, büyütüyor. Daha sonra da ihtiyarlatıyor. Bazılarını gençken öldürüyor, bazılarını da belirli bir zamana kadar yaşatıyor. Ömrünüzü belli bir müddete kadar sürdürmesi, belki de aklınızı başınıza almanız ve düşünmeniz için size verilmiş olan bir müddettir.(Mü'min:67)

    "Bir zamanlar Rabbi’nin meleklere ne dediğini çok iyi düşün!... O, meleklere, "Ben kendine has bir kokuya sahip çamurla, ondan daha sertleşmiş balçığı birleştirip bir insan yaratacağım, onda kemik var edip, onun üzerine de geçireceğim etle biçim vereceğim. Onu tam şekillendirip ruhumdan üflediğimde, ona secde edin!..." demişti.(Hicr:28-29)

    Sizi çeşitli evrelerden geçirerek yerden çıkan bir bitki misali yarattığı halde, bütün bu varlığı hiç yoktan yaratan Allah'ın azametinden niçin korkmuyorsunuz?(Nuh:14)

    Yukarıdaki ayet meallerine görmek için baktığımızda, açık açık şu aşamaları görürüz.

    İnsanın yaratılması dört etapta tamamlanmaktadır ve aynen bitkiler gibi ortaya çıkmaktadır. Toprağın, suyun, ateşin ve havanın bileşiminden oluşuyor insan yaratılışı. Toprağı toprak yapan suyu da su haline getiren bütün cevherler birleşip çamur oluyor, ısının, hararetin iç yapısıyla birleştikten sonra havayla buluşuyor ve fizik yaratılma tamamlanmış oluyor.

    Peki fizik olarak bildiğimiz ve tanıdığımız yaratılma ne oluyor da insana dönüşüyor. İşte, bütün mesele buradadır. Toprak, su, ateş ve havadan yaratılan mahluk nasıl oluyor da insan boyutuna sıçrama yapıyor.İşte bu olay, yaratıcının üflediği ruhla bağlantılıdır. Bir bakıma ilahi şuurla insanlaşıyor fizik olarak var olan ve içgüdüleriyle tıpkı hayvanlar gibi yaşamakta olan yaratık.

    Dağlara taşlara yapılan sorumluluk alma teklifini yalnız cahul ve zalim beşer kabul ediyor ve ruh üflenme nimetine kavuşmuş oluyor.
    Çamur (meni), balçık(yumurta)dan yaratılan beşer, can buluyor, sonra da biçimlenerek, ruh üflenme aşamasına ulaşıyor ve insanlaşıyor.

    Evet, yaratılış etapları kısaca böyledir. Suyla karışmış ve Çamurlaşmış, sonra balçıklaşmış, daha sonra da bildiğimiz biçimi almış, ve daha sonra da kendisine ruh üflenerek insanlaşmış bir yaratıktır insanoğlu.

    Bildiğimiz insan yapısında bir mahluk yaratılmış, ve iç güdüleriyle yaşamaya başlamış, yaratıcı gücün arzusuyla ruh üflenecek aşamaya gelerek insanlaşmıştır. Ve elbette insan fiziğindeki bu yaratık bütün yaratıkların cevherinden gelmeydi, tıpkı otlar ve diğer yaratıklar gibi tek değildi. İçgüdüleriyle yaşayan bir yaratık zümresiydi ve bu zümre ruh üflenerek insanlık boyutuna sıçratılmıştı.

    İşte Adem aleyhi selam bu noktadan sonra devreye girmekteydi. Fizik olarak insan şeklinde, tıpkı diğer bütün yaratıklar gibi içgüdüleriyle yaşayan zümreye ilahi ruh üflenmiş ve insanlık boyutuna sıçratılmıştı. İşte bu sıçramada en çok pay sahibi olan kişi Hz. Adem olmuş ve sıçramadan sonraki insan halinin ilk lideri olmuştu. Yani, üflenen ruhtan en büyük payı almış ve insan olmanın en ileri derecesine ulaşmış ve de eşyanın ve olayların isimlendirilmesini en iyi yapmış kişidir ve insanlaşmış ilk neslin öncüsü olmuştur Hz.Adem. Onun içindir ki, bu ilk insan nesli Adem nesli olarak anılmıştır.

    Diğerleri de insandır artık ama, geldikleri aşamanın içgüdüsel karakterini de birlikte getirmişler ve tam insan olamamışlardır. Ve insanın bu yapısı devam edip gitmektedir. Geldikleri iç güdüsel şartlardan vasıflar taşımaktalar ve güdülen cinler olarak kalmaktalar.
    Demek oluyor ki, yaratılma tek değildir, çift çifttir ve çoktur. Adem nesli de çoktur ve enses ilişki de yoktur.

    Bu yaratılma konusu insan için en önemli bir konudur ancak ontoloji ile uğraşan birçok bilim adamının, yaratılış aşamasının her bir etabına tarifler ve isimler getirerek bir literatür oluşturması gerekmektedir.Selam ve sevgiler. İ.K. 21/Mart/2007
    Konu para olduğunda herkesin dini aynıdır.

    Voltaire

  3. #171
    Üyelik tarihi
    Apr 2008
    Yer
    istanbul
    Yaş
    44
    Mesajlar
    7.391
    Teşekkür Teşekkür 
    8.177
    Teşekkür Toplam Teşekkür 
    14.670
    Toplam Teşekkür
    5.355 Yazısı Teşekkür aldı

    Standart

    Hakan Evrensel'in ilk söyleşisi... Hakan Evrensel kim mi, biraz araştırın

    “Paçalarınıza kan Bulaşmış Farkında Değilsiniz” // Hâkimiyet-i Milliye // Ersan Barkın // Mayıs 2005


    EB : Türkiye’nin doğusunu görmeden oralarla ilgili yazılar yazan, siyaset üreten adamlardan kurulu bir ülkeyiz. Yalnızca bir eski asker veya gazeteci gözüyle değil, bir yurttaş gözüyle, töresi, toprağı, insanıyla Doğu deyince aklınıza ne geliyor?

    HE : Aslında PKK ile birlikte doğu deyince insanın aklına, askerin aklına kan, dehşet, sefalet, savaş, çatışma ve ölüm gelir oldu. Ama ondan önce, benim son dönemde sürekli tekrar ettiğim bir şey var, onu paylaşmak istiyorum. “Onur doğudan batıya gittikçe azalır, batıdan doğuya gittikçe artar.” Biz Avrupalı’ya göre çok daha onurlu bir milletiz. Yanlış anlaşılmasın, aynı ülküyü paylaşan uluslar, ülkeler bazında söylüyorum. Biz doğusuyla, batısıyla birlikte kesinlikle onurumuza çok düşkün bir milletiz. Yaşanan her şeye rağmen doğu kelimesini duyunca aklıma ilk gelen bu.

    EB : Peki, orada yaşayan insanlar Türkiye’nin mücadelesinden habersiz mi? Kimi zaman böyle anlatılıyor çünkü?

    HE : Oradaki halk PKK’nın çok büyük bir tedhiş ve baskısıyla ciddi bir şekilde arada kaldı. Kime güveneceğini, kime inanacağını bilemedi. Ne yazık ki, o dönemde Türkiye Cumhuriyeti Devleti de, Türkiye’nin her yerinde olduğu gibi, yalnızca doğuya mahsus bir şey değil, çok etkin biçimde bu tür terör olaylarına karşı hazır değildi. Elinde bunu yapabilecek eğitimli insanı, hazır ordusu yoktu. Açıkçası teröre karşı hazırlıksız yakalandık. Dolayısıyla bu boşluğu terör örgütü doldurdu. Halk ilk zamanlarda, 1985 yılındaki ilk olaylardan 1994-1995 yılına kadar, 10 yıl içinde yavaş yavaş örgütün hem silahlı, hem de silahsız propagandaları, ne yazık ki, etkili oldu. Hep şu soruyu sorarlar; “eğer buna benzer bir terör örgütü, senin bölgene de böyle bir baskı yapsa, sen ne tepki verirsin?” Belki hemen hemen herkes kendi memleketi için benzer cevapları verebilir. Ama Güneydoğu Anadolu Bölgesi’nin ayrı, özel bir yapısı var. Bazı güçlerin o bölgeyi seçerek, o bölge üzerinde bazı planlar yapıp, örgütü destekleyerek bunları uygulamaya koymasının bir anlamı var. Bu süreç, 20nci yüzyıl başlarından bugüne kadar gelen ve daha da devam edecek bir süreç. O bölgeyle ilgili oynanan oyunları kastediyorum. Dolayısıyla o bölgenin halkının tarafsız kalmasını beklemek çok zor. Maalesef çoğunlukla da büyük bir kısmı istemeyerek, küçük kısmı da isteyerek ve gönülden örgüte destek verdiler. Ama hiçbir zaman unutulmamalı. Korucu sayısı bir dönem 60 bine çıktı. PKK terör örgütünün aktif militan sayısı herhalde tarihinin hiçbir döneminde 15-20 bini geçmemiştir. Bu çok önemli bir detay. Sadece o sayılara bakarak bile, örgüte aslında topyekûn bir kitle desteğinin bulunmadığını görebilirsiniz. Ama toplum psikolojisinde de bu vardır. Gizli olan, harekete sevk eden her zaman ilgi uyandırır, merak uyandırır. Düşünün; bir örgüt çıkmış, çok uçuk da olsa bir şeyler vaat ediyor. Hedef kitlesinin içinde bulunduğu şartlar da buna müsait. Doğal olarak bir miktar sempatizan toplamasının toplum psikolojisi açısından yanlış olmadığı kanısındayım.

    EB : Siz askerlikten ayrıldıktan sonra, mücadeleye yazarak devam ediyorsunuz. Yakalanan teröristlerin ağzına mikrofon dayayıp da “pişman mısın?” sorusuyla mücadelenin çetinliğinin halka anlatılamadığı ortada. Bu sizin deyiminizle halkı tribünde izleyici olmaya mahkûm ediyor. Güneydoğu’nun romanı mücadeleye ne ölçüde/nasıl katkı sağlar?

    HE : Önce kendi açımdan bakayım. Öncelikle ben yaşadıklarımla yüzleştim ve bunları kabullendim. Bunları yazarak dünyaya daha sağlıklı bakmaya başladığımı düşünüyorum. İkincisi, sanıyorum Güneydoğu’dan Öyküler’in önsözüne de yazmıştım onu, bu öyküler tamamen yaşananların bilinmemesine duyulan isyan nedeniyle çıktı. Peki bunun mücadeleye katkısı ne? Bunu ölçmek mümkün değil. Çünkü bana öyküleri yazdığım sırada ve kitap yayınlandıktan sonra, bu öykülerin yayınlanmasının riskli olduğunu söyleyenler de oldu. Ama ben bunların hiçbirine inanmadım.

    EB : Ne umdunuz peki?

    HE :
    Ne umdum, daha doğrusu ne amaçla yazdım? O bölgede yaşanan olaylar bir şekilde bilinsin istedim ama doğru bir şekilde bilinsin istedim. Mücadeleye katkı açısından söyleyebileceğim daha somut şeyler de oldu. Öykülerden bazılarında yazdığım Silahlı Kuvvetler’e ilişkin tespitlerin, aksaklıkların, yapılan çalışmalarla giderildiğini öğrendim. Örneğin telsiz antenlerinin uzun olduğundan bahsetmiştim bir öyküde. Ardından telsiz antenlerinin kısaltılması konusunda çalışmalar yapılmış. Metal mataraların ses çıkardığından bahsetmiştim. Oradan mesaj çıkarılıp hemen emir verilmiş, metal mataralar toplatılmış. Şimdi bildiğim kadarıyla yok. Belki bir anlamda böyle bir katkısı oldu. Bundan daha da önemlisi belki de şu: Biz Güneydoğu’ya giderken, orada ne olduğunu bilmiyorduk. Yalnız gidip gelenlerin anlattıklarından haberdardık. Bilerek gitmek başka, bilmeden endişeyle gitmek başka. Bilerek giderseniz, endişeye kapılsanız da, hazırlıklı olacağınız için tereddüt etmezsiniz. Oraya giden çok subay, astsubay, erden dinledim bunları. Buna benzer tepkiler aldım, kitabı okuyup da Güneydoğu’ya gidenlerden. Bir de yazdıklarımla Güneydoğu’ya askere gidecekler üzerinde olumsuz bir psikoloji yarattığımı söylemişti bazıları. “Yarın bir gün senin anlattıkların yüzünden gitmek istemezlerse” demişlerdi. Ben de “buna inanmadığımı” söylemiştim. Hala da inanmıyorum. Bunu ölçmek mümkün değil. Ama şükür ki, aldığım hiçbir tepki, “senin kitabını okudum, o yüzden gitmemek için elimden geleni yaptım” demedi.

    EB : Öyküler, okuyanlar için, Güneydoğu’yu ana haberlerden takip edenler için, varolan bilinmezlerin bilinir hale getirilmesini sağladı. Asker ocağına giden her gencin ve daha fazla ailelerinin içinde Güneydoğu hep kaygı yaratmıştır zaten. Ama kaygının sebebi, alınan şehit haberleri olduğu kadar, bölgeye ilişkin varolan bilinmezlikti biraz da.

    HE : Neden endişe ettiğini, tehlikenin ne olduğunu bilmeyen insanların, orada neler olduğunu bilerek gitmesi. Öykülerde tam bir ayna koymaya çalıştım aslında. Yaşanan hikâyeler neredeyse birebir, aslıyla uyumlu yazılmıştır. Herkes de ondan alması gerekeni aldı galiba. Romanda ise, insanlar çatışmanın ne olduğunu, oradaki askerlerin ve halkın yaşamını, duygularını, çatışmaların sebebini, gelişimini öğrenebilecekler sanıyorum, bir ölçüde.

    EB : Yeni romanın adı Yer Eksi İki. Peki, ne demek Yer Eksi İki?

    HE : Romanın bir bölümünde bir helikopter uçmaktadır. Yere yakın gittikleri için, ikinci pilot birinci pilota, “Komutanım, ne yapıyorsunuz? Yer artı yirmi uçuyoruz” der endişeli bir ses tonuyla. Birinci pilot da ikinci pilota dönüp, “Eğer böyle gitmezsek aşağıda Yer Eksi İki olacak insanlar var. Onlardan biri de benim arkadaşım” der. “Yer Eksi İki” aslında mezar. Yer altı yani, hepimizin gideceği yer. Ama sorun, hepimizin bir gün gideceği yere, nasıl ve geride neler bırakarak gideceğimiz. Romanda işlemeye çalıştığım bu. Romanda dört günü anlatmaya çalıştım. Ama bu dört gün aslında tamamen bir hayat. Bu hayatın içinde onur, şeref, aşk, kin, hırs, nefret her duygu var. Hepsi en sonunda Yer Eksi İkide buluşuyor. Bence Yer Eksi İki”den çok, onun öncesi, ondan önce nasıl yaşadığın önemli. Ben de Yer Eksi İki’den önceki dört günü anlatmaya çalıştım.

    EB : Bu roman, Güneydoğu’dan Öyküler’den sonra çıktı. Roman içinde kimi zaman, çeşitli alanlara dair teknik saptamalar ve terimler var. Hekimliğe, askerliğe ilişkin. Romanın kurgu aşaması, çalışma dönemi nasıl geçti?

    HE : 1996’da başladım kurguyu hazırlamaya. Roman son bir yıl içerisinde oluştu. 1998’den beri yakın çevrem benden bu romanı dinleye dinleye bıkmıştır herhalde. Yedi yıl boyunca aklımda sürekli romanın detayları oldu. Her yeri geldiğinde, ilgili bölüme dair notlar aldım. Son bir yıl içerisinde de bu notları bir araya getirdim. Tıp terimleri kullandığım kısımları bazı ameliyatlara girerek, birçok defin ruhsatı, tıbbi rapor inceleyerek yazdım. Pilotlarla ilgili bölümleri birçok pilot arkadaşımla konuşarak, onlara doğrulatarak yazdım. Sanatta gerçekçiliğe çok önem verdiğim ve sürrealist şeylere dayanamadığım için, dolunayın tasvir edildiği bölümlerde de çok uğraştım. Olayların geçtiği anlardaki dolunayın konumunu internetten bulduğum bir bilgisayar programından yararlanarak belirledim. Bazı bölümler çok kalabalık, birçok kahraman bir arada. Bu bölümleri krokiler çizerek, her karakterin adımına kadar hesaplayarak yazmaya çalıştım. Roman tamamen kurgusal. Ama romanın içerisindeki her olayın, birbirinden farklı yerlerde, birbirinden farklı kişiler tarafından tamamı yaşanmıştır. Bunları birleştirmek bana düştü. Bu açıdan kurgusal diyorum ama tümü yaşanmıştır.

    EB : Öykülerdeki ve romandaki olayların hepsini siz yaşamadınız ama...

    HE :
    Bu tamamen bir yazım tekniği sorunu. Öykülerde bir tekil şahıs kullanarak yazdım. Bu bana yazarken, duygularımı kâğıda dökerken büyük kolaylık sağladı. Önsözlerde altını çize çize belirtmeme rağmen, sanki bütün olayları ben yaşamışım, hepsi benim öykülerim gibi bir kanı oluştu. Bu beni çok rahatsız ediyor. Çok şükür ki, bu kadar çok olayı yaşamadım, dolayısıyla da arkadaşlarımın acılarını, mutluluklarını yani öykülerini sahiplenmek istemem.

    EB : Romanda bir ifade var:“Biraz huzur içinde yaşamak için mutlaka bir bedel ödemek zorundasın.” Bizim savaşın en sıcak yıllarında ödediğimiz bedel ne? Otuz bin şehidimiz yanında neler kaybettik?

    HE :
    Çok basit bir şey söyleyeceğim. Ben bu romana bir yıl boyunca gecemi, gündüzümü, rüyalarımı vermeseydim, bu bedeli ödemeseydim, bu kitap olmayacaktı. Bu bedeli ödedim ve karşılığını aldım. Umarım okurlar da kendi beklentileri doğrultusunda karşılığını alırlar. Buradan yola çıkarsak, otuz bin insanla bedel ödedik, karşılığında ülkenin bir bölümünün, ana parçadan kopmasını engelledik. Her şey bu kadar basit.

    EB : Romanın giriş ve sonuç bölümlerinde uyuşturucu kaçakçılığıyla elde edilen paranın PKK ve diğer silahlı gruplara, peşmergelere dâhil, aktığı anlatılıyor. Demek ki, bu savaş yalnızca postallarla mekapların savaşı değil?

    HE : Aslında olaya biraz savaş karşıtı söylemle bakılırsa, “hiçbir savaş ulvi amaçlar için yapılmaz, cephelerin gerisindeki çıkar sahipleri için yapılır” gibi bir yoruma bile gidilebilir. Ama PKK ile yapılan mücadele diğerlerinden çok farklıdır. Savaş karşıtı söylem belki ABD için geçerli olabilir ama bizim için geçerli değil. PKK ile mücadelemizden nemalanan maalesef çok ciddi çıkar çevreleri oldu. Hala da sürüyor. 1995–1996 yılından sonra, örgütün çöküşünden sonra biraz kesildi belki. Bunların başında Avrupa ülkeleri geliyor ve bölgedeki egemen aşiretler geliyor. Bunlar çok iyi para kazandılar. Öyküler’de de yazmıştım, zamanında Dohuk’ta, Süleymaniye’de semt pazarlarında rahatlıkla, 100–200 dolara kaleşnikof, 20 dolara mayın alabiliyordunuz. Pazarda satılan şeylerdi bunların hepsi. Bir İtalya örneği var mesela. PKK’nın kullandığı mayınların önemli kısmının İtalya tarafından üretildiğini İtalya resmi makamları bile kabul etti. Gerçi İtalya’da halk, 1994’ten sonra mayına karşı çok ciddi bir kampanyanın içinde yer aldı ama gelişmiş ülkelerin halkları ile sistemi devam ettiren yöneticileri arasında çok ciddi bir uçurum vardır. Ama ne ilginçtir ki, bizim kamuoyu yaratıcılarımız bunu görmez. Bu ülkelerdeki yönetimlerin her şeyi açık açık yürüttüğünü sanabilirler ama gerçek asla böyle değildir. Çok büyük bir uçurum vardır. O ülkelerin eğitilmiş yüzde beşleri sistemi devam ettirirler. Halk da demokratik hakkını kullanır ve ülke yöneticilerini seçer. Yeni yöneticiler yönetime geçer geçmez sistemi aynı şekilde devam ettirirler. Eğer böyle olmasaydı yaşanan olaylar söylediklerimizi doğrulamazdı. Irak’ta yaşananlar, sistemin aynı şekilde devam ettiğinin çok basit göstergeleri.

    EB : Romanda PKK’ya katılan karakterlerden biri “Bizimkiler Amerika’yla anlaştı” diyor. PKK’ya, ABD desteği, askerin hep bildiği bir şey midir?

    HE : Ben ast bir rütbede Silahlı Kuvvetler’den ayrıldım. Dolayısıyla elimde ABD’nin PKK’yı fiilen desteklediğine dair hiçbir resmi bilgi olmadı, olamazdı da zaten. Sadece çıkarımlarım ve gördüğüm bazı helikopterler var. Bunu öykülerden birinde anlatmıştım. Ama şöyle bakalım olaya. Bir terör örgütü düşünün. 1980’li yıllarda kurulmuş. Çok kısa bir süre içinde, on yıl içinde inanılmaz derecede büyüyor, güçleniyor ve neredeyse Ortadoğu’daki en etkin örgütlerden birisi haline geliyor. Barzani ve Talabani gibi tarihe dayanan, silaha ve aşirete dayanan, geçmişi olan iki aşirete rağmen, bunların arasından ayrılıp ses getiren bir örgüt haline geliyor ve bu örgüt 1990–1991 ve 1992 yılında Avrupa’nın birçok ülkesinden ciddi anlamda militan toplayabiliyor. Doğu bloğundan, NATO ülkelerine kadar birçok ülkenin ürettiği silahı kullanıyor. Milyonlarca dolarlık bir bütçeye sahip olabiliyor ve ilginçtir ki bu ülkelerde bir türlü yasaklanmıyor. Türkiye’yi kan gölüne çeviriyor. Bunu anlamak için asker olmaya gerek yok, bu verileri alt alta sıralayıp, bu örgütün arkasında birilerinin olması gerektiğini herhalde fark edebilirsiniz. Kaldı ki, bu örgütün bir lideri var, Abdullah Öcalan isminde bir şahıs. Bu adamın yazdıklarını söylemiyorum, televizyonda nadiren alınmış konuşmalarını ve telsiz mesajlarını dinleyen bir insan, bu adamın asla iki kelimeyi bir araya getiremediğini, hiçbir şekilde rasyonel çalışan bir beyine sahip olmadığını, çok açık şekilde bir büyüklük kompleksine sahip olduğunu, psikolojik sorunları olduğunu fark eder. Yine düz mantıkla bakalım. Bu derece yayılmış, güçlü bir terör örgütünün lideri, bu derece basiretsiz, kişiliksiz bir insan olursa, bu işin arkasında başkalarının olmadığını düşünebilir misiniz? Kaldı ki, bu tür eylemleri yürüten, bu derece ortalığı birbirine katmış bir örgütün liderinin birinci özelliği hitap gücüne sahip olmasıdır. Adam buna sahip değil bir kere. Bir cümlesini yazıya dökseniz paragraflarca sürüyor. Örgüte yakın yayın organlarında yer alan metinleri kastetmiyorum. Onların hepsi elden geçmiştir. Ama irticalen yaptığı konuşmalarda gerçek yüzü ortaya çıkar. Bir cümlesinde en az on-onbeş defa “şey” kelimesine rastlarsınız. Şey kelimesini bu kadar çok kullanmanın bir tek sebebi vardır, o da kelime hazinesinin, birikiminin yetersiz olmasıdır. Bu derece az okuyan insan da düşünmeyen insandır. Düşünmeyen insan da örgüt yönetemez. Hele böyle bir örgütü asla yönetemez. Fikir babaları var. Onlar devam ettirdiler çalışmaları, hala da işin yürütücüsü onlar. Hepsinden öte, Ortadoğu kökenli örgütlerin karakteristik özelliklerinden birisi de lidere dayalı olmasıdır. Çünkü aşiret kültüründen gelmiştir. Lider giderse, örgüt zaman içerisinde dağılır ama bu örgüt, lideri gitmesine rağmen dağılmadı. Nasıl oluyor bu iş? Peki, bu örgütü kim yönetiyor? Demek ki örgütü Apo yönetmiyor.

    EB : “Bu kavga yalnız bizim kavgamız değil, buraları da başka bir dünya değil. Bir sürü insana uzakmış gibi görünse de, burada akan kan, herkesin ayaklarına, paçalarına bulaşır.” Romandan bir alıntıydı bu, biliyorsunuz. Güneydoğu’da akan kan kimin paçalarında?

    HE : Çoğunluk fark etmese de bu kan herkesin paçalarına bulaşmış durumda. Ama kimimiz farkında değiliz, kimimiz görmezlikten geliyoruz, kimimiz de görüp kabulleniyoruz. Bazılarımız üstümüze alınmıyoruz, “bunun müsebbibi biz değiliz” diyoruz. Örgüt hala varlığını sürdürdüğü için, başımızı eğip önümüze baktığımızda kanın hepimizin paçalarında olduğunu görürüz aslında.

    EB : Romanın ana karakterlerinden gazeteci Ufuk, Güneydoğu gerçeğiyle yüzleşmeye başladığında, içten içe üzerinde bir köksüzlük duygusu hissediyor. Bu köksüzlük duygusunun anlamı ne?

    HE :
    Köksüzlük duygusu aslında, Ufuk için çok uzak bir duygu değil. Onun içinde yaşadığı bir şey. Köksüzlük duygusu, kendini bir türlü bir yerlere ait hissedemeyenlerin duygusu.

    EB : Gazeteci kökleriyle karşılaştığı zaman mı hissediyor köksüzlük duygusunu? O güne kadar hissedemediği duygularla o gün yüzleşiyor çünkü.

    HE : Gazeteci olup olmaması önemli değil, bugün o köksüzlük duygusunun içinde o kadar çok insan var ki. “Bugün Çanakkale Savaşı’na yalnızca bir insan olarak bakıyorum” diyenler var mesela... Türk’ün, Türkiye’nin, insanlığın penceresinden değil de, “orada olan bir insanlık dramı var” diyorlar. Bu en hafif tabiriyle “emperyalizme güzelleme”dir. Çanakkale’de iki ordu bir ovada karşılaşmadı ki. Adamlar istilaya geldiler, istilaya… İnsan olarak bakılacaksa, en azından bu hataları yüzlerine vurulmalıydı. Terörle mücadeleye de bu açıdan bakılırsa işin içinden çıkılır mı? Türk ordusu ile PKK güruhu da Hakkari’nin dağlarında birbirlerine mi rastladılar? Bu adamlar çoluk, çocuk öldürdüler ya… Yol kestiler, katliam yaptılar, vurup kaçtılar. İnsani tarafından bakacağız diye insanlıktan çıkmamak lazım. Bütün mesele köksüz olmaları. Sürekli bir arayış içindeler ama bunun köksüzlük olduğunun farkında değiller.

    EB : Köksüzlük duygusuyla yüzleşen gazeteci, Güneydoğu’da varolan durumu yakından gördükçe, kendiliğinden özgürlüğün bedelini sorgulamaya başlıyor. Peki özgürlüğün bedeli ne?

    HE :
    Köksüzlük duygusu o derece iğrenç bir şey ki onun için, arada sırada ona, bunu hissettiren uyarılar olsa da, gazeteci sürekli özgür olmak istiyor. Ama özgürlüğün sonu yok ve bunu anladığı zamanda aslında köksüzlük duygusu içinde kaybolduğunu fark ediyor. Kendini bir yere ait hisseden kimse özgür değil midir? Aidiyet ile bir şeylerin tebaası olma, kulu kölesi olma arasında fark var. Aidiyet özgürlüğün önünde engel değil ki. Ama gazeteci Ufuk, sürekli bunun telaşında. Özgür olmak istiyor ama olayların kendine hissettirdiği köksüzlük duygusunu hatırladıkça da bundan rahatsız oluyor. Çünkü bu duygu, bilinçaltında O’na babasının ölümünü hatırlatıyor. Bizim gazetecilerimiz de arada sırada bu köksüzlük duygusundan sıyrılıverirler. Bir iki tane inanılmaz yazılar yazarlar, altına imzanızı atarsınız. Şaşarsınız onu nasıl yazdığına. Tamamen bilinçaltının köşesinde kalmış olan köksüzlüğüne ilişkin pişmanlıktan kurtulma telaşıdır bu. O bir yazıyla rahatlar. Köksüzlük duygusundan kurtulur, kendini bir yere ait hisseder ve bunu ilan eder. Ama ertesi gün yine köklerinden arınmış özgürlüğü tercih eder.

    EB :
    Biz de onun köksüzlüğüyle yeniden tanışırız.

    HE : Ne yazık ki... Ve onun abartılı, süslü, sınırlarda yaşayan hayatını izlemeye devam ederiz.

    EB : Son zamanlarda medya, sinema ve hatta edebiyat kullanılarak psikolojik savaşın nasıl yürütüldüğü ortada. Peki bu kitap bir psikolojik savaş aracı mı? Bu psikolojik savaşın sonunda bugün tribünde olan, seyirci olan kitleler sahaya mı inecek?

    HE : İnsanlara tribünde olduğunu hissettirirse, buna sevinirim. Şu anda ben de kendimi tribünde hissediyorum. Birçok arkadaşımız orada mücadele veriyor ve verecekler de. Zaman zaman hepimiz kendimizi tribünde hissederiz. Zaman zaman da sahada buluruz kendimizi. Önemli olan tribündeyken yaptıklarımız ve sahadayken yaptıklarımızdır. Bu bir kader işi. Kendini çok fazla adarsan eğer, atlarsın tribünden sahaya, eline alırsın uygun silahını, kullanırsın. Bunu yapmadığı için kimseyi suçlayamam. Ne gazeteci Ufuk’u suçluyorum tribünde kaldı diye, ne de Yüzbaşı Tayfun’u sahada kaldı diye kahraman ilan ediyorum. Bu bambaşka bir şey. Gelelim psikolojik harekât konusuna. Buna benzer iddialar hep söylenir. Eğer psikolojik harekât aracı olarak hazırlansaydı, bu kadar bireysel bir çaba olmazdı. Bu kitap, içinde anlattığım olayların tamamının gerçek olmasına çok özen gösterdiğim bu kitap, kim ne derse desin, psikolojik harekâttır, şudur, budur. Beni hiç ilgilendirmiyor.

    EB : O zaman biri kalkıp kitabınıza “Türk’ün Türk’e propagandası” derse...

    HE : Ben insanların ayaklarına kan bulaştığını ve bir türlü bu kanı fark edemediklerini söylerken, kimse benim “Türk’e Türk propagandası” yaptığımı iddia edemez. Söylerse de abesle iştigal eder. Eğer yapıyorsam da tersine bir propaganda yaptığımı düşünüyorum. “Bir türlü farkında değilsiniz hala olup bitenlerin” diyen bir kitap, Türk’e Türk propagandası olur mu?

    EB : 1993 ile bugün arasında bir fark var. 1990’larda sıcak çatışmanın yaşandığı bölgemizin komşusu bugün Irak değil, ABD. Bunun yanında Kara Kuvvetleri Komutanı Büyükanıt’ın saptamasına göre PKK’yla mücadele konusunda 1999’ların gerisine düştük. Bugün Irak’ın Kuzeyi, Kürt Devleti seçim sonrası varolan durum, Güneydoğu’nun bugünkü durumu, bugünkü tablo nasıl?

    HE :
    Kara Kuvvetleri Komutanı’nın söylediği çok önemli, birinci ağızdan verilmiş bir bilgi. Dolayısıyla doğru ve teyit edilmiş bilgi olarak kabul etmeli herkes. Varolan durumu üç aşamalı olarak değerlendirelim: Birincisi bölge halkı açısından. Terör örgütü ele başının ele geçirilmesinden sonra sempatizan kitlenin azalması gerekirken, ne yazık ki bundan geriye gidilmedi. Hala bazı örgüt yanlıları eylemler yapılabiliyor. Bu adam içerideyken bile, eylemlerin sürmesi anlamlı. İkincisi güvenlik güçleri açısından. Güvenlik güçleri 1990’lı yılların başında yapılan mücadeleden çok daha aktif ve tecrübeli biçimde mücadele ediyor artık. Örgüt de bunu çok iyi biliyor. Bu yüzden de çok rahat hareket ettiği söylenemez. Üçüncüsü de kamuoyunun olaya bakış açısı. Eğer olaylar yeniden başlayacak olursa, 1990’larda gösterilmiş olan tepkiden çok daha ağır bir kamuoyu tepkisinin oluşacağını düşünüyorum. Arada sırada kimi olaylar oluyor ama daha ses getirecek bir baskın, bir pusu veya bir olay olursa ve bunlar süreklilik arz ederse, kamuoyu tepkisi eskisinden çok daha ağır olacaktır. Ayrıca, ABD’nin PKK’yı ortadan kaldıracağına dair verdiği sözler var. Bu sözleri ne derece yerine getirir, bunu da zaman içerisinde göreceğiz.

    EB : Özellikle bölgede İran, Suriye ve Türkiye’nin birbirleriyle komşu bölgelerinde ciddi bir Kürt nüfus var. Irak’ta varolan fiili durum ve İran ve Suriye’ye karşı askeri müdahale tehditleri karşısında bölgedeki mücadelenin ulusal olamayacağı ortada. Irak’ın kuzeyindeki tepkilerin, gerek direnişçiler gerekse Kürtler tarafından, Türklere yöneldiği de görülüyor. Nereden bakarsanız bir kaos, bir başıbozukluk.

    HE : Asınla PKK terör örgütüyle mücadele edecek dört ülke vardı. Türkiye, İran, Irak ve Suriye. O kadar ilginçtir ki, bir büyük süper gücün desteği ve irşad buyurmasıyla dört ülke birbirine girmiş durumdayken PKK ortaya çıktı. Hangisi? Tavuk mu yumurtadan, yumurta mı tavuktan? Öyle ya da böyle sonuç değişmiyor. Terörle uluslar arası mücadele gerekirken, Türkiye tek başına mücadele etmek zorunda kalmıştır. İşte bu yüzden de Türkiye, dünyada terörle en kansız, en uzun zamana yayılmış şekilde mücadele eden ve teröre en ağır şekilde karşı çıkan tek ülkedir.

    EB : Bahar geldi. Yine güneş ısıtacak dünyayı. Kimi yeşil otların üzerinde yine gelincikler bitecek.

    HE : Evet, atalarımız ve arkadaşlarımız “biz burdayız” diyecekler. Keşke onları gelinciklerle ansak hep... Gelincikler aslında çok kışkırtıcı çiçekler. Çiçekçiye gidip sarı bir gül alabilirsin, kırmızı bir karanfil alabilirsin ama gelincik kadar kırmızı bir çiçeği kimse birbirine armağan etmek istemez. Can acıtan bir çiçek çünkü, iç burkan.

    EB :
    Zihinlerimizde gerilere attığımız bir gerçeği, yüreğimizi bir dönem alev alev yakmış ama unutmaya başladığımız acıları hatırladık bu sayede. Tabi yalnızca bu söyleşiyle değil, Güneydoğu’dan Öyküler’le ve yeni romanınız Yer Eksi İki ile. Sağolun.

    HE : Ben teşekkür ederim. Bu benim yayınlanacak ilk yazılı röportajım. İlk röportajımın Hâkimiyeti Milliye ismini taşıyan bir gazetede yayınlanacak olmasından duyduğum onuru da söylemek isterim.

    EB : Bitirirken soralım o zaman. Neden ilk röportaj? Sanıyorum, terörle mücadele hakkında ilk kitabı siz yazdınız ama sizi hiç ortalarda göremiyoruz.

    HE :
    Daha önce de belirttiğim gibi; öyküler birinci tekil şahısla anlatıldığı için, tüm olayların kahramanı benmişim gibi algılandı, her ne kadar Güneydoğu’dan Öyküler’in önsözünde bunun aksini yazmış olsam da. Bu yüzden bir “Güneydoğu kahramanı” gibi ortaya çıkmak istemedim. Ben orada görev yapmış onbinlerce insandan sadece biriyim. Bu nedenle kitaplarımın önüne asla geçmek istemedim. Bu tavrımı da mümkün olduğunca sürdürmek istiyorum. Bu röportajda fotoğrafımın olmamasının sebebi de bu. Bu yüzden röportaj taleplerini hep geri çevirdim. Ama Hâkimiyeti Milliye gibi, sadece adı bile bazıları için bugün hala ürkütücü gelen bir gazetede kitaplarımdan bahsetme fırsatı verdiğiniz için, tekrar teşekkür ediyorum.
    Konu para olduğunda herkesin dini aynıdır.

    Voltaire

  4. The Following 2 Users Say Thank You to enorton For This Useful Post:


  5. #172
    Üyelik tarihi
    Jan 2010
    Mesajlar
    116
    Teşekkür Teşekkür 
    684
    Teşekkür Toplam Teşekkür 
    133
    Toplam Teşekkür
    69 Yazısı Teşekkür aldı

    Standart

    Atatürk'ün son ilaçları neydi?

    İlk kez yayınlanan Atatürk’ün son ilaçları arasında gliserin, kinin, Radyolin ve kolonya bulunuyor.

    İSTANBUL - Türk Eczacıları Birliği’nin yayınladığı '50 Yılın Eczanesi' adlı kitapta Atatürk’e yazılan son ilaçlar da ilk kez yayınlandı.

    M. Kemal Atatürk adıyla açılmış olan sayfada, Atatürk'e en son 17 Ekim 1938 tarihinde ilaç hazırlandığı, 1 Aralık 1938 tarihinde de Atatürk’e ait hesapların kapatıldığı bilgisi yer aldı.

    Atatürk için yazılan 3 sayfalık makbuzda, o zamanın diş macunu Radyolin, kolonya, dolaşım bozuklukları gibi birçok hastalığın tedavisnde kullanılan kinin ve zehirin vücuttan atılması ve hastalığın etkilerinin azaltılması için kullanılan gliserin yer alıyor.

    Stok olarak alınan bu ilaçlar Atatürk'ün son kullandığı ilaçları göstermiyor.

    Ayrıca defterde ilaçların fiyatları da bulunuyor.

    http://www.ntvmsnbc.com/id/25043186/

  6. The Following User Says Thank You to iyi çocuk For This Useful Post:


  7. #173
    Üyelik tarihi
    Jan 2010
    Mesajlar
    116
    Teşekkür Teşekkür 
    684
    Teşekkür Toplam Teşekkür 
    133
    Toplam Teşekkür
    69 Yazısı Teşekkür aldı

    Standart

    Avrupa Konseyi Sağlık Birimi Şefi Wolfgand Wogard Domuz gribi salgınının dünya çapındaki panikten faydalanmak isteyen ilaç firmalarının başlattığı "sahte bir salgın" olduğunu söyledi.


    Wogard, Domuz gribi tedavisinde kullanılan ilaç ve koruyucu aşıları üreten şirketleri Dünya Sağlık Örgütü'nün domuz gribini bir salgın olarak tanımlama kararını etkilediğini savundu. Bu sayede ilaç firmaları "dev kazançlar" elde ederken, İngiltere dahil pek çok ülke zaten kısıtlı olan sağlık bütçelerini bu nispeten hafif hastalığa karşı aşı kampanyaları düzenlemek için harcadı.


    Wogard'ın bu süreçte ilaç firmalarının rolünün incelenmesi yönündeki teklifi, Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi'nin sorumluluğunu da üstlenen Strasbourg merkezli Avrupa Konseyi'nde kabul edildi.
    Burada sadece menfaat ile ilgili gerçekler gündeme gelmiş.
    Bana göre eksik gündeme gelmiş.

    Bu virüs salgını zararsız .En fazla normal grip kadar zararlı.

    Ama bu salgın ile üç şey olacak

    1-Biyolojik silah denemesi yapılacak

    2-İlaç firmaları muazzam paralar kazanacak

    3-Faz 2 çalışmaları olmayan bu aşının 30 yıl sonra proonkojen olarak rol oynamayacağını kimse söyleyemiyor.

    İlk iki si gerçekleşti.Üçüncü madde için yıllar gerekecek.

  8. The Following User Says Thank You to iyi çocuk For This Useful Post:


  9. #174
    Üyelik tarihi
    Aug 2008
    Yer
    Shadizar
    Yaş
    95
    Mesajlar
    39.638
    Teşekkür Teşekkür 
    36.921
    Teşekkür Toplam Teşekkür 
    93.341
    Toplam Teşekkür
    33.405 Yazısı Teşekkür aldı

    Standart

    Müdürden itfaiyecilere ağır küfürler

    'Benim elemanlarıma ikinci sınıf insan muamelesi yapan kadroluların anasını belleyeceğim'

    Taşeron şirketlere verilmelerini protesto eden itfaiyeciler, sızdırdıkları kasetle İstanbul Büyükşehir Belediyesi kuruluşu Boğaziçi İnşaat Müşavirlik A.Ş. Genel Müdürü Ağırman’dan intikam aldı.

    Aralık 2008’de yapılan toplantıda gizlice alınan kayıtta İstanbul Büyükşehir Belediyesi kuruluşu Boğaziçi İnşaat Müşavirlik A.Ş. Genel Müdürü Ahmet Ağırman’a ait olduğu belirtilen kayıtta hem itfaiyecilere hem de sendikacılara ağır küfürler sarf ettiği görülüyor.

    Gizli kayı yapılan toplantıda sendika üyelerine seslenen Ağırman “Siz boş kaleye gol atacakken hep auta gönderiyorsunuz” dediği duyuluyor.


    İşte Habertürk gazetesinin yayınladığı ağır sözler
    : - Kadrolu itfaiyeciler size ikinci sınıf insan muamelesi yapıyor. Benim elemanlarıma ikinci sınıf insan muamelesi yapan kadroluların anasını belleyeceğim -

    Üst yönetime kötü raporlar veririm….

    Sendika sizi kurtaramaz.

    - Ben teşkilatçı adamım Benim referans olduğum bir adam sendikaya üye olmuş. Birini döveceksem onu döverim, sesi çıkmaz…

    - Sendikacı değil ne olursan ol, maaşların maaşların geç ödenmesini kullanıph ib..lik etmeyeceksin. Sendika, sizden elde ettiği kesintilerle her ay 70 bin TL gelir elde ediyor. Ama o ib..ler bunu size anlatmaz.
    BANGA mühim

  10. The Following User Says Thank You to Astatin For This Useful Post:


  11. #175
    Üyelik tarihi
    Aug 2008
    Yer
    Shadizar
    Yaş
    95
    Mesajlar
    39.638
    Teşekkür Teşekkür 
    36.921
    Teşekkür Toplam Teşekkür 
    93.341
    Toplam Teşekkür
    33.405 Yazısı Teşekkür aldı

    Standart

    yavızhan,

    1 e 10 kupon..kesinmiş..sen ne dion

    BESİKTAŞ - KASIMPAŞA MS 1 1,20 505 SEDAN - CLERMONT MS 1 1,70 525 VILLARREAL - CELTA MS 1 1,25 538 GUINGAMP - PARIS ST GERMAIN İM 2/2 2,95 559 LIVERPOOL - READING AÜ Üstü 1,40
    BANGA mühim

  12. #176
    Üyelik tarihi
    Jan 2010
    Mesajlar
    116
    Teşekkür Teşekkür 
    684
    Teşekkür Toplam Teşekkür 
    133
    Toplam Teşekkür
    69 Yazısı Teşekkür aldı

    Standart

    Atatürk'ün son ilaçları neydi?
    1937'de dünyada yeni bir paylaşım savaşına gidileceği anlaşıldığında, Türkiye'de de bu eksende ayrışma olmuştur. İsmet Paşa ve Recep Peker yani Ankara ekibi Almanya tarafında, Mustafa Kemal Atatürk'de yani İstanbul ekibi de her zamanki gibi İngiltere safında yer almışlardır.

    1938 yılının Türkiye'si araştırıldığında,acaba o sene İsmet Paşa İstanbul'a gelebiliyormuydu ? Her iki tarafta karşısındaki ekibi tasfiye etmek hatta ortadan kaldırmak istemiştir.

    Almanya'nın Türkiye'ye gönderdiği büyükelçinin ismi ise von Papen'dir. Almanya'da Dışışleri Bakanlığı yapabilecek yetenekte bir diplomat, Hitler tarafından Ankara'ya büyükelçi olarak gönderilmiştir.

    Nedense büyük bir tesadüf eseri, tam ikinci dünya savaşı öncesinde Atatürk rahatsızlanarak vefat etmiştir.

  13. The Following 2 Users Say Thank You to iyi çocuk For This Useful Post:


  14. #177
    Üyelik tarihi
    Apr 2008
    Yer
    istanbul
    Yaş
    44
    Mesajlar
    7.391
    Teşekkür Teşekkür 
    8.177
    Teşekkür Toplam Teşekkür 
    14.670
    Toplam Teşekkür
    5.355 Yazısı Teşekkür aldı

    Standart

    Kurtlar Vadisi senaristi AZ BİLE YAZDIK

    http://www.ensonhaber.com/gundem/249...zdik-izle.html
    Konu para olduğunda herkesin dini aynıdır.

    Voltaire

  15. The Following User Says Thank You to enorton For This Useful Post:


  16. #178
    Üyelik tarihi
    Apr 2008
    Yer
    istanbul
    Yaş
    44
    Mesajlar
    7.391
    Teşekkür Teşekkür 
    8.177
    Teşekkür Toplam Teşekkür 
    14.670
    Toplam Teşekkür
    5.355 Yazısı Teşekkür aldı

    Standart

    yunan medyası: Turkıye ısraıl'e gurledı

    yunan basın-yayın organları, ısraıl dısıslerı bakan yardımcısı danny ayalon'un
    turkıye'nın tel avıv buyukelcısı oguz celıkkol'a karsı sergıledıgı tutuma
    ılıskın haberlere genıs yer verdı. Yunan basını, ayalon'un turk buyukelcıye
    karsı takındıgı tavrın ıkı ulke arasında yenı ve sert bır kavganın cıkmasına
    neden oldugu degerlendırmesınde bırlestı.
    Turkıye ve ısraıl arasındakı
    ılıskılerın basbakan recep tayyıp erdogan'ın gecen yıl davos'ta patladıgı "sız
    ınsan oldurmesını ıyı bılırsınız!" sozlerıyle gerıldıgını yazan kathımerını, bu
    olaydan sonra ılıskılerın ınıslı cıkıslı bır seyır ızledıgını kaydettı. Gazete,
    kurtlar vadısı adlı dızı sebebıyle ıkı ulke arasında yenı bır dızı kavgasının
    basladıgını belırttı.
    Turkıye ve ısraıl ılıskılerının ozetlendıgı
    haberde, ayalon'un turkıye'nın eskı atına ve sımdıkı tel avıv buyukelcısı
    celıkkol'u asagılayan tavrı sebebıyle ozur beklentısı ıcınde bulundugunu
    kaydettı. Kathımerını, "turkıye, erdogan vasıtasıyla parladı ve gurledı"
    yorumunda bulundu.
    Elefterotıpıya gazetesı ıse, "ısraıl turkıye'yı asagıya
    ındırdı" baslıklı haberınde, ısraıl'ın tel avıv buyukelcısını kucumseyen
    yaklasımı yuzunden turkıye'yı ofkelendırdıgını yazdı. Son yıllarda sıkca
    yasandıgı gıbı ıkı ulke arasında ılıskılerın gerıldıgını yazan gazete, turk
    dısıslerı bakanlıgı'nın yaptıgı acıklamada, bu tavrı tarıhe saygısızlık olarak
    degerlendırdıgı ve gecmıste yahudılere yapılan yardımları hatırlattıgını
    kaydettı.
    "turkıye ve ısraıl arasındakı gergınlık yenıden kırmızıda"
    baslıgını kullanan ethnos gazetesı, davos'a gıtmeyecegını acıklayan erdogan'ın
    ısraıl'ı elestırmeye devam ettıgını ıfade ettı. Gazete, 'antısemıtık' oldugu
    ıddıa edılen kurtlar vadısı adlı dızı sebebıyle ulkeler arasında dıplomatık
    savasın cıktıgını ılerı surdu.


    -cıhan-
    Konu para olduğunda herkesin dini aynıdır.

    Voltaire

  17. #179
    Üyelik tarihi
    Aug 2008
    Yer
    Shadizar
    Yaş
    95
    Mesajlar
    39.638
    Teşekkür Teşekkür 
    36.921
    Teşekkür Toplam Teşekkür 
    93.341
    Toplam Teşekkür
    33.405 Yazısı Teşekkür aldı

  18. #180
    Üyelik tarihi
    Apr 2008
    Yer
    istanbul
    Yaş
    44
    Mesajlar
    7.391
    Teşekkür Teşekkür 
    8.177
    Teşekkür Toplam Teşekkür 
    14.670
    Toplam Teşekkür
    5.355 Yazısı Teşekkür aldı

    Standart

    Nuray Mert Allah Allah deyip saydırdı

    http://www.ensonhaber.com/medya/2499...irdi-izle.html
    Konu para olduğunda herkesin dini aynıdır.

    Voltaire

Konu Bilgileri

Users Browsing this Thread

Şu an 1 kullanıcı var. (0 üye ve 1 konuk)

Yer imleri

Yer imleri

Yetkileriniz

  • Konu Acma Yetkiniz Yok
  • Cevap Yazma Yetkiniz Yok
  • Eklenti Yükleme Yetkiniz Yok
  • Mesajınızı Değiştirme Yetkiniz Yok
  •